29 Mayıs 2017 Pazartesi

Kendimle Söyleyişi

Bu neşeyi, kaygısızlığı bazen arsızlığı anlamiyorum.
Birbiri ardında düğümlenmiş ipler gibi insanlar.
Kimse kimseye benzemediğini idaa ederken her biri bir diğerinin aynısı.
Savaştım bir dönem bende.
Kendimle.
Kendimle savaşta bir sonuca varamadık.
İki tarafta acayip kırıldı.
Ben küfürbaz olana kızdım.
Geçtim karşısına bir şey yaptım dedim.
Bir iz neyim bırak dünyaya.
Çalış çabala.
Örnek bir vatandaş!
Ve insan ol.
Güzelliğin kıta, iklim, yüzölçümü ayırt etmesin uğraş dedim.
Zorla dedim.
Yetmez mi? dedim.
Yetecek mi geçecek mi? dedim.
Bi uyumadin dangalak romantik dediğini, duydum.
Sustum.



Zaman

Zaman ile dünyanın dönüşü arasında bir alaka var mıdır?
Zannetmiyorum.
Bir şeyler geçiyordu.
Birileri geçip gidenin bir anlamı olsun istedi.
Öyle gün dedik,ay dedik, yıl da dedik tabi..
Zamanla garip güneşin ne alakası olur.
Bir gezegen ve bir ışık kaynağı.
İkisi de bunca zavallı iken,
Bu kadar felsefi ve matematik ve astronomik bir şeyi düşünmüş olamazlar.
Dünya dönmese mesela gözlerimin altı hiç kırışmayacak mıydı?
Güneş olmasa kimse ölmeyecek miydi?

26 Mayıs 2017 Cuma

'lerden

Seslerden gök gürültüsü.
Nefeslerden en yavaş ve sessiz olanlar.
Havadan sigara dumanı.
Işıklardan loş çirkin bir sarı.
Duygulardan biraz boşa geçmişlik.
Aylardan mayıs.

Mekanlardan dağınık bir yatak odası.
Şiirlerden, Yusuf Hayaloğlu.
Bestelerden, Ahmet Kaya.
Tadlardan zifir ve günlerden bir cuma.

İnsanlardan bencillik.
Benden kahrolmuşluk.
Sebeplerden neşesizlik.
Yıllardan 17.
Yaşlardan 24.

Kısa Sözler

Dünyanın en kısa sözleri daha fazla  anlam ihtiva etmek zorundaymış gibi okuduk, kısacık şeyleri.
Bir başka tabiatın insanı olmak vardır.
Kültürden, dinden ve acılardan çok müstesna.
Kısacık ömürde başka tabiatların insanlarına da aldandık.
Tek sözü dönüp, dolanan şarkılar moda oldu sonra.
İlk bakışta moda zannettik.
Cebimize baktık sonra, hep aynı kelimeler dolanıyor aklımızda.
Hem bunlar tamam, olur gibi de değildi.
Hayır, hımm , bence ,yapmış gibi bir avuç çirkin paçavradan ibaretti.
Mevsimler de karışıktı.
Tatsız bir sebze çorbası gibi.
Soğuk bizim buralarda pek soğuktur.
Sıcaklarda öyle oldu sonra.
Neşeler pek azdır ve acılar  ve çok şiddetlidir, bizim buralarda.
Sonra yapay bir neşe doğdu.
Ana karnından erken doğan çocuk kadar savunmasız.
Daha vakti de var çok belli.
Çirkin ve kıpkırmızı ama savunmasızlığa verdik.
Onu bile bağrımıza bastık.
Hazır tarhana denen menem bir şey var.
Bizim buralara bile yakışmıyor.
Mayıslar, nisanlar gibi yağmurlu geçiyor.
Sabahlarda kuş sesleri de azaldı.
Bizim buralar bir inşaat mühendisi için bile beton çöplüğü oldu.
Her şey de itiraf edilmemeli.
Bizim buralara bir asit yağmuru gerek.
Büyük fırtınalar.
Dolular.
Çok da çirkin şeyler lazım.
Bizim buralara hatırlatmak için bir şeyleri...

23 Mayıs 2017 Salı

Sevgili Ergenler

Bu yazıyı yazarken ergenliğimi çok uzun bir zaman önce geçtim.
Hepimiz biliyoruz ki hayatımızın en güzel günleri değildi.
Çılgınız, asiyiz bir o kadar ne oluyor bana anlatamiyorum kafasındayız.
Ömür azrailin can alma hızında geçiyor.
Bu işler Temel ile Dursun'un absürd fıkralarında ki gibi de yaşanmıyor.
Benim ergenlik dönemlerimde Harry Potter falan vardı.
En azından bir kafa kurcalama işidir, fakirin gururu misali bize de bi Hogwarst mektubu gelir mi diye hayaller kuruyorduk.
Şimdi bakıyorum siz Kısmetse Olur, falanca tarz benim gibi şeyler izliyorsunuz.
Bence ergenlik dediğin şeyin bu şekilde keyifle geçmesi mümkün değil.
Sizi sıradışı bir ciddiyetle Fox Tv'nin dizilerinden uzaklaşmaya davet ediyorum.
Her birinizin 25 yaşında gibi gördüğünüz 16'lı taşların kıymetini bilmeye çağırıyorum.
Bunu 12 yaşına kadar düşürmekte mümkün.
Ha Allah'tan İsmail YK'ya denk gelmediniz derken aklıma Ajdar geldi. Özür dileyerek affımı talep ediyorum.
Konuyu çok çok dağıtmaya gerek yok.
Çocuklukla, yetişkinlik arasında kaldığınız bu kıymetli devrede bir şey olmaya çalışmayın.
Zaten bir şeyler olmak için çokça zaman kaybedeceksiniz.
Popüler olmak da bunlara dahil.
Güzel olmak da.
Zenginlik hayalleri kurmakta.
Adrenalin patlaması yaşamaya kendini zorlamakta.
Bu kısa müddet içinde yapacağınız çoğunluk hata, ergendir diye örtülebirlir.
Yine de suyunu çıkarmayın.
Hayata karşı umutlu ve sevgi dolu olmayı unutmayın.
Kendinizi sevmeyi unutmayın.
Benden de bi Sırlar Odası okuyun.
Sevgiler

Lanetli Şubat

Üst üste yağan kar tanelerinin basınçla sıkışıp, donup tehlikeli bir hal alması gibi geçiyor günler.
ŞUBAT bilmiyorum herhangi bir şubat ayı sever var mıdır?
Soğuk bir ay hadi onu da geçelim biraz gündüzleri de kısadır. Bunaltır. Sabahlara değin yorganın altında, montun arkasında, kaloriferin köşesinde geçiyor.
Daha soğuk günler var, dur bakalım diyor.
Hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyor.
Yaz geleydi erkenden diyorsun.
Sanki hiç yaz olmamış gibi de hissediyorsun.
Hele iç anadolu ayazı vurdu mu ensene daha şiddetli zulümler geliyor.
Belediyenin iş yapmadığı yerler bataklık gibi çamur, pislik içinde geçiyor.
Sahiden Şubat sever var mıdır? Bilmiyorum.
Yaklaşık on senedir, hem vallahi hem billahi akıl almaz bir şekilde bu sene çok güzel geçecek diye umuyorum. Çok gitmeye gerek yok takvimde 02 görür görmez anlıyorum ki bir değisiklik yok.
Olmayacak.
Senenin gelişi biraz da şubattan belli oluyor. Ocak ayının bu durumda pek bu suçu var mıdır? Onu da zannetmiyorum. Genel de ilk ay olduğu için deneme sürümü mahiyetinde giriyor hayata.
Cidden şubat ayını hiç mi hiç sevmiyorum.
Ömrümde ahan bu ne idigü belirsiz gibi geldi geçiyor.
Bu arada şubat neydi ki haziran da o olsun.

Sevgiler

Nasıl da Aşığım

Birden bire aklıma geldi. Gece saat 4'ünde. Soğuk bir mayıs gecesinde hemde.
Kendime fırsat buldukça sorarım.
"Bugün nasılsın?"
Genelde yorgun bitkin bir hal alıyor geceler.
Aklımda flashback hızında geçen kötü hatıralar falan olur. Mutsuz olurum, bazen huzursuz. Kimi zaman olağanüstü tatlıyım da kendi ekseni dönen dünya gibi olsamda.
Bugün kendime sordum "Naber, nasılsın görüşmeyeli?" der demez bi cevap geldi.
Yanlız cevabım ne tatlı bir kız çocuğuna ne de bir kadına yakışır bir ses tonu içeriyor.
Yorgun bi cevap aldım kendimden "aşığım". Güldüm sonra kendime baktım telefonun o korkunç dikdörtgen yansimasından. Evet evet aşığım.
Bir şeyler hala iyi hissettiriyor. İyi de aşığım, güzel de aşığım. Tatlı da bir aşığım. Sonuç olarak sadece aşığım..

9 Mayıs 2017 Salı

Geberiyorum

Ahmet Aslan'ın söylediği bu şarkı. Ya Rabbi sanat üstüne, sanat. Kim yazmış bu şarkı sözlerini derken. Nazım yine Nazım.

Geçip gitmiş, günler gelin.
Rakı için sarhoş olun.
Islıkla bir şeyler çalın.
Geberiyorum kederden.

İlerde ki güzel günler,
Beni göremeyecek onlar.
Bari selam yollasınlar,
Geberiyorum, kederden.

Başladığım bugünkü gün,
Yarıda kalabilirsem.
Geceye kalmadan yahut,
Çok büyük olabilirsin.


Şiirin aslı budur aslında fakat bana da şunu  duyuruyor.

İlk kıtada teselli, ikinci de karamsarlık, üçüncü de umut var.
Bu Nazım'ın bir huyudur hep son kıtayı bekletiyor. Hüzünlü denizinde yüzerken, göz açmaya kalmadan bakıyorsun ki karadasın.
Nasıl gelip geçiyor, bilmiyorsun.

O kadar zaman kaybettim ki ancak beni zaman teselli edebilir. Hem öyle bir zamanki bana benzeyen.
Islıkları  neşeli ve sarhoş olan.
Yetişin, geberiyorum.

İlerde güzel günler olmalı,
Pek de görüşecek gibi değiliz ama en azından bir selam yollasınlar. Benden haberdar olsunlar.

Bugün başladım her şeye ama yarıda kalmanın korkusu var, hem yetişemedim hem zamanım tükenmiş. Geceye kalmadan bile büyük olabilirsin.
Çok büyük olabilirsin.

Kendine Tezat

Birileri var, kendine tezat.
Birileri var kendine uzak.
Birileri, içinin sesini susturamıyor
Bağırıyor bir şeyler içinde ona.
Aslan gibi sesi gür.
Ağlatıyor onu.
Bir şeyler var onda, ondan olmayan.
Arkada kalmıyor, koşuyor ondan evvel.
Yanardağdan ürkütücü,
Korsandan yağmacı.
Güzel olan ne varsa aldı, götürdü.
Görmedi kimdir, nedir bilmiyor.
Kendinden tezat biri var kendinde.
Adı olsa zulüm,
Soyu olsa zıkkım.
Namı olsa kahpe.
Bir şey var kendinde.
Sövmeden duramıyor.

Sensiz

Kaybolmak üzreyim zifiri birbirine benzeyen günlerde.
Mağaranın en ucunda bir ışık var, sensin.
Daha  önce de dedim sana dört milyardır yaşamış bu dünya,
Elli bin yıldır yaşamış insan orada, burada.
Ben bir yerlerde sensiz.
Coğrafya da pek bilmem, 
İnkar etme sende söyledin.
Yüz yedi devlet var diyorlar bölük, pörçük.
Demem o ki,
Senden uzakta başka bir vatan da...
Öyle uzun zaman yaşadım ki dünyada,
Hesaplamaya da utanıyorum.
Fakat sorsa bana herhangi biri,
Hiçbir günü seni bilmeden geçmiş olmak istemezdim.
Huysuz, isyankarım.
Bir şeyler değişsin diye çok uğraştım,
Senden evvel,
Sensiz yapamazmışım.
Ağlıyorum kabul da edemiyorum.
Güçsüzmüşüm sen yokken de diyemiyorum.
Üçüncü defa dönüyorum aynı şarkıyı.
Gözümü kapanıyor, ufak tefek ağrım, sızım var.
Şu karşıda ki ağacın arkasında da bir ev var.
Yıkık, dökük.
Demem o ki bu boş bozkıra bile.
Çok defa söyledim.
Ayrılırsak kan davası çıkarırım, dedim.
Hala daha korkağım, söyleyemiyorum.
Bunca elemin, kederin şifası senmişssin.
Umuda körüm, susturamıyorum.



Bitmeyecek

Akın akın toplanmış geliyor bir grup yüzü ak güzel hanim.
Her biri derdinde sarı tabağın, kırmızı çanağın.
Bense hesabındayken betonun, baretin, dağın.
Bu ömür bitmeyecek, bitmeyecek...

Mecnun'un Dağ Delme Hadisesi

Kazım, Murtaza ve ben oturduk bir çay sofrasına.

Murtaza söylemesiyle uyuyamamış
sövdü erkenden,  sabahların belasına.
Kazım da tek gözüyle erken yazıyor Mücellasına.

Konu açıldı geldi Mecnun meselesine
Ben derin sukuttayım yakalanmamak için sevgili meselesine .

Kazım, Osmanlı tokatından evla bir yumruk atıyor sofranın ortasına,
Murtaza ya bu başlıyor akıl satmaya, yarı uyanık kafasıyla.

Murtaza:
-Dağları delmekle olmuyor bu işler.

Mihriva:
-Hangi dağ delinmiş, hepsi yalan dolan kardeşler.

Kazım :
-Mecnun yandı gitti Leyla'nın belasına.
Yaşasaydı şimdi gece gündüz mesaj mı atılır, der sayardı  sevdalısına.

Başıboş

Bu başıboş hale bağlandık.
Ha dünya yanıp yıkılınca umrumuzda mı, pek tabii o kadar da şirazeden çıkamadık fakat tiksindik.
Yarışlardan, hemde en gururlu olanlarından bile.
Yarının telaşı bize her türlü musibet olarak geri döndü.
Musibet ile ardı arkası kesilmez kazaları ayırdık.
Her şeye de gülemiyoruz artık başıboş olmak dangalaklık ile pek karıştırılmasın.
Aramızda bir karar verip kendimizi sizden en kırmızı çizgiyle ayırdık.
Başka bir şey desek mutlaka bizim için onurlu bir kelimeymiş gibi gösterilirdi.
Serserilik, o eski anlamında değil artık biraz da varoşluğa vurulur diye kendimize yakıştıramadık.
Hemen adam olmadığımız kanısına varılmasın, içimizde kadınlar olduğu için bu söze karşı çıkmıyorum.
"Adam olmak" derken; her biriniz başka bi anlam yüklediğinizden kendimizi oradan da kurtardık.
Hurafelerinize de arada gülüp geçiyoruz.
Her şey için yırtınmanıza şaşkınlık da geçiriyoruz.
Hesabı,  kitabı, kargaşaları da kolunuzun altına bırakıp gidiyoruz.
Ha bunları yapıyorsak çok uyanık miyiz?
Orası da yanlış anlaşılmasın.

Çocuk Ruhlu Denen Şey

Bir çocuk olmak küsmemek, darılmamak ve kötü olan çok şeyi bilmemek üzerine yaşanıyor.
Bahsettiğim şimdinin uslanmaz çocukları değil elbette ben bir avuç demir para yerine bir şekeri tercih edenden bahsediyorum.

Öyle zor yaşanan bir şey ki, şimdinin çocukluğunda yaşanamıyor; lakin bir zamanın asil yokluğuna yakışıyordu, hatırlarsınız o tatlı sevinmeleri...

Doğumdan, ölüme genellikle hazin bir hikayenin içindeyiz. İçinde değilsek kenarında, köşesindeyiz.

Çok şey bilmenin ağır bir sorumluluğu da vardır zamanla masumiyetini kaybedersin.

Örneğin, bir şeyi moda kurbanı olarak aldığını fark ettiğin zaman alış-veriş denilen şey eskisi kadar safça olmuyor.

Bazıları çocuk ruhu denen şeyi kulağından tutup, çevirdi. Nerede yaşına başına bakıp utanmıyor musun bunu demek istediğim  bir yetişkin görsem ''çocuk ruhluyum''  ben deyip, kaçıyor yılların verdiği sorumluluğu almaktan.

Bir şeylerin içini boşaltmakta ne kadar da sabırsızız.

Otuzlu yaşlarında, çoluğunu çoçuğunu bırakıp sevda adına kaçan bir kadına ''aşk kadını'' olmak nasıl yakışmıyorsa aynı hadde ve derecede ''çocuk ruhlu'' olduğunu ima ve fakat kardeşinin aldığı lavaboyu bile kıskanan kadınlarımıza bu sıfat yakışmıyor.

Kendimden aldığım yetkiye dayanarak hepinizi  ''şeytan ruhlu'' ima eder.
Hayırlı günler dilerim.

Susmak

Söyleyecek bir şeyler olmadığından değil; kimi zaman nafile yere konuşuyor olmanın verdiği bıkkınlıktan susuyor insan.
Ve kadınlar da susuyor artık, sessizliğe tahammül edemeye edemeye.
Bir  yıldızın ve ayın  güzelliğiyle seyredilmek üzere göğe çekildiği gibi.
Bir kenar, köşe buluyor yorgun bir kadın.
Önce duyulmaktan, sonra anlaşılmaktan vazgeçiyor.
Ve her vazgeçiş bir devrim gibi asil değil.
İçinden bir şey kopmuş da hava alıyor gibi hissettiriyor zamanla.
Sonra kendini unutuyor.
Ardından neşeli neşeli sevinmeyi.
Sonra kızmaktan vazgeçiyor.
Kaybetmekten de korkmadığı an çekip gidiyor bir yerlere...
Ve bir yas başlıyor hazin ve derin.
Memleketinden sürülmüş haklı bir  davanın neferi gibi ıstıraplı değil.
Uzun bir nadasa bırakılan yorgun bir toprak gibi devam ediyor yoluna..
Başka şeylere sevinmeyi öğreniyor çünkü bir diğer taraf oldukça hazin.
Bir doğa mucizesi gibi içinde her şeyi barındırıyor bir kadın.
Başka şeylerden konuşmaya başlıyor.
Başka şeyler sevmeye başlıyor.
Yeni bir şeyler ekiyor nadasa bıraktığı çorak toprağına.
Sonra sen bunu mucize zannediyorsun ki kesinlikle değil.
Diyorum ya doğa gibi kuvvetlidir bir kadın.
Yeni çiçekler açtırıyor taze baharlarında.
İlk baharıymış gibi.
Zeytin ağacı kadar kendinden emin.
Yavaş yavaş ilerliyor zazamn
Hiç bir zaman eskisi gibi neşeli değil kadın ve fakat daha kuvvetli,
Bin yıllık çınar gibi...

Bozkır

Soğuk bir mevsimden ziyade soğuk bir ifadesi var buraların.
Yaramaz bir çocuk gibi bir ağlayan bir neşelenen bir havadan ziyade buralarda olmak hep soğuğu hatırlatır.
Sırf havasından dolayı da değil hiçbir zaman bir Doğu Anadolu'nun samimiyetini, sıcaklığını aramak.
Bir Karadenizlinin ansızın gelen neşesi, çalışkanlığını bulamamak.
Dolayısıyla bozkır tabiatı biraz insan yoruyor.
Çiçek, böcekten ziyade bina yanına bina aramanın dargınlığı var.
Hep buralarda olmanın bir kusuru da olabilir; yahut kendi içinde çok zıt tabiatların insanlarıyla yaşamanın kattıklarından göremiyorum.
Ben sisi Karadeniz'in dağlarına yakıştırıyorum.
Yeşili de oralara...
Sanki buralarda  bir çam bile dikmenin gereği de yok yakışmıyor gibi hissettiriyor zamanla.
Tatlı-tuzlu yapılan yemeklerdeki o alışılmadık his gibi.
Karşılara baktığım zaman yarı çıplak dağlar...
Bir eksikliği var buraların hiddeti ehli, sevgisi ehli.
Rüzgarı sert.
Suyu tatsız ve bulanık.
Güzel şeyleri de vardır buraların mutlaka.
Ama ben göremiyorum...

6 Mayıs 2017 Cumartesi

İzahat

İzahat versek kendimize mesela.
Neyi ne kadar doğru yapabildik?
Bir doğru, eksen takımına hangi sebeple dahil olabildik?

Kendini bir başkası kadar sevebildin mi?
Kendinden verdiğini, kendine verebildin mi?

Dur, durak bilmeyen şu nafile ömründe,
Yahu ben kimim ne yapmak istedin diyebildin mi?

Bugün kendince kıymetli olan ne yapabildin?
Kıymet demek hangi arzı gösteriyordu senin lugatında?

Pare pare, paramparça yüreğine,
Hangi mayayı çaldın inziva sırasında?

İzahat ver kendine ey muteber!
Yolların sonu hangi bilinmezlere çıkıyor bilinmez.
Ben bu ana payidar değilim, de.
Silkiniver şu uyuşuk, vasata değer haline.
Dur de durak göster.
Emsale dayan.
Fakat kendine izahat ver.
Kız kendine lazımsa kendin perişan et.
Ve değilse kendini, kendin bahtiyar et.

Arka Teker

Arka teker daima ön tekeri kovaladı uzunca bir ömür.
Ve ömür oldukça duygusal ve sonlu bir kelimeydi.
Arka teker, bir kader sebebiyle daima savrulması gerektiğini düşündü.
Kuvvetsizdi.
Sürükleniyordu önünü göremeden, her kim ne yaşıyorsa ikinciydi.
Kendine de biraz kinciydi.
Kuvvetli bir isyan anına denk geldi bir gün.
Durdu, kıpırdamadı.
Beraberce saplandılar koca bir bataklığa.
Aşındı sonra her biri.
Değer miydi, bir inat uğruna harcamaya kendini?
Ardından gürültülü bir ses oldu.
Baktı ki yol vermek sırası onun oldu.
Kendi yoluna gidebilmenin o güzel ama aheste saygısı.
Başını döndürdürken, aşındırdı kendisini o hususi sancısı.
Çıktılar hep bareber bir düze.
Sonra çıkardı attı birisi,
Hepsini üst üste.
Arka tekerin ön görme çabası,
Çıkardı her birinin başına bir müşterek hayat kavgası.
Gün be gün, ay be ay konuştular bir dize bin dize.
Fark ettiler ki tekerin pek bir faydası da yokmuş öküze.





Akrep ile Yelkovan

Akrep daima ağır başlıydı.
Sakin, kendinden emin.
Yavaş yavaş dönüyordu ekseninde.
 Daha tasasız, sessiz, duruyordu. 
Daha kısaydı.
Ve daha belirgindi. 
İlk önce herkes ona dikkat kesilirdi.


İnceydi yelkovan, 
Telaşlıydı.
Çok konuşur gibi nasıl da sesler çıkarırdı.
Yorulmuyor, durmuyor, dinlenmiyor, soluklanmıyor .
Aslında akrebi de bir yerlere çeken o söyleyemiyor.


Yelkovan hep daha çok şey verdi kendinden.
Çok koştu, çabaladı, Fakat ince olmanın doğası gereği çabuk kırıldı, çarçabuk acıdı. Eskidi, zorlandı, söylendi ama söyleyemedi. Tıpkı kadın gibi.Çekti bir yerlere bir şeyler aslında zaman onun tepesine bindi. Dakikayı, dakikaya böldü.Kimi zaman koştu akrebi yakaladı ama yaka paça değil huzurlu, canlı,heyecanlı.. Düzeltti, yön verdi, yolunu değiştirdi sonra kaybolur gibi oldu fakat doğru zamanda yine akrebini buldu.

Aslında kadınlar hep böyleydi. Arı gibi, karınca kadar, sudan daha, gülden çok,..
Duyulamadı, bilinemedi.
Bir hikaye de böylelikle tükeniverdi. 

Yağmurdan Sonraki Toprak Kokusu

Bir annenin kokusundan sonra en huzurla buluşturan kokudur, ıslak toprağın kokusu.

Bir şiir de rastlamıştım, 'insan toprağın kokusuna neden bu kadar vurgundur' diye düşünen şair bunu ölümle bağdaştırmıştı.
Bilirsiniz ki, yaşlılarda da bir toprak uğraşı merakı da vardır. Topraktan gelen, toprakla bir olmak istemez mi hiç? Ölüm kapısını çalmadan; sonsuzluğa gözünü yummadan?
Demek öyle kuvvetli bir doğa hadisesi ki bu; tanımak istiyoruz toprağı, elimizle dokunarak, gözümüzü okşayarak. Bizden olanı, bize benzeyeni hem insan kadar vahşi, bazen kirli olmayanı...

Bir şey eker ekmez bitkinin toprağa kavuşabilmesi, kökünü daha sıkı sıkıya tutturabilmesi için ''can suyu'' denilen bir şeye ihtiyacı varmış.
Bir sonraki zaman toprak yeniden doğanı alabilmek için  çehresine bir nergisin de toprağını tanıyabilmesi lazım. Onun için toprağa bir kaç damla su ekilir  kuru toprağın ensesine.
İşte o zaman topraktan belki bir yağmur sonrası kadar değil ama inceden bir koku yayılır.
İşte o zaman, toprağı bir ölüyü sarmayalan anneden ziyade bir çocuk doğuran anne gibi düşünüyorum.

Bir şeyler yaşamaya devam ediyor.
Bazen yeni doğum yapmış bir annenin çığlığını duyuyorum toprakta mesela, ilkbaharları.
Bazen solgun yüzlü bir ihtiyarı tanıyorum toprakta, sonbaharları.
Ama yağmur yağdığı vakit asla ölümün bizi çektiğinden değil.
Yaşayanların ruhunu hissedebildiğimizden seviyoruz.

Bir papatyanın, süt emer gibi toprağı çekmesi.
Yaprakların uğultulu şarkılar söylemesi.
Ölümün karasından değil.
Doğumun beyazındandır.

Bir şeyler bağıra, çağıra anlatıyor bize.
Mucize denilen şey çok da ötelerin işleri değil.
Bakmayı bilmiyorsun, doğanın çığlığını gönlünün meltemine saldın.
Çözemiyorsun.

Öyle olmasa doğar doğmaz ağlayan bir çocuğun sesini,herhangi bir mayıs yağmurunda neden duyamayasın?


5 Mayıs 2017 Cuma

Emek

Türk Dil Kurumu'na göre emeğin oldukça basit bir anlamı var.
''Bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü.''

Öylesine net bir tanım ki bu bir anayasa maddesi gibi, integral tanımı, biyolojik bir izah gibi..
Halbuki bence emek çok kutsal ve dokunaklı bir şey.
Aslına bakarsanız;
Bir ağaç yetiştirenler bilir ki, ''emek'' gururlu bir şeydir,
Bir evlat yetiştiren bilir ki ''emek''  duygusal bir şeydir,
Bir işçi bilir ki ''emek'' aynı zamanda yıpratıcı da bir şeydir.

Elbette zihinsel bir uğraş da emektir, fakat gurur yolunda bedeninle kendinden bir şeyler eksiltenin emeği daha yüce daha onurludur.
''Alın teri'' diye yüce bir şey deyim var dilimizde o sebepten bir zamanlar böyle şeylerin kıymetini bilen insanlarmışız.Şimdinin zalimliği o sebepten 'merhamet sahiplerinin' gücüne gidiyor.
Şimdiyse binlerce işçinin emeğini ilk fırsatta gasp edecek zalim patronlar akbaba gibi işlerin başında uçuşuyorlar ve bunu yapanlar gayet Müslüman geçinen kimseler.Müslüman, nedir farkında mıyız?

Bir takım din tüccarları işi öyle büyütmüş ki, peygamberimizde zengindi diyecek kadar gözleri ve vicdanları kara.. Vicdan nedir hatırlıyor muyuz?

Dünya da emek sömürmekten , emek verenin canına kast
 edecek hareketlerde bulunanlar(ille de bıçaklama ile olacak iş değildir bu) zevki sefa içinde daim ve gelecek kaygısız yaşamaya devam ettiği sürece biz ''Müslümanca davranmaya'' , ''Haksızlık bize vurmayana kadar susmaya ne kadar devam edeceğiz?


Hayata Alışmak

Kızmaya, isyan etmeye, söylenmeye gücü kalmıyor bir saatten sonra insanın.
Gezegenler gibi her birimizin başka bir görevi var.
Birbirimizden habersiz, bir şeyler yapmak zorunda olarak yaşıyoruz.
Acaba diyorum bir horoz sabahları gürültülü bir bağırışla, birilerini uyandırdığının farkında mı?
Mutlaka bir işe yarıyor olmalıyız ki, benim yaptığım en güzel şey kabul etmek.
Bir zamanlar neşe dağıtmak diye düşünürdüm ki değilmiş.
Ben her şeyi olduğu gibi kabul edebiliyorum.
Bu bir çeşit hayat adaptasyonu olmalı.
Kimileri daima kızarak.
Kimi daima mücadele ederek.
Kimi üzülerek.
Kimi vazgeçerek yapıyor, başarıyor bir şeyleri.
Bense bu kısa hayat yolunda kabul etmeyi seçtim.
Kabul ediyorum, kötüleri, zalimleri, hata edenleri acıtanları, daima doğru hareket edenleri.
İşte diyorum sen öylesin, öyle bir ağacın meyvesi, öyle bir denizin suyusun.
Ben başka bir memlekete, başka bir doğaya aitim.
İkimiz de haklıyız, kendi davamızda.
İkimiz de kötü değiliz ama başka memleketlerin çamı, çimeniyiz.
Sonra rahatlıyorum, kendimi de kabul ediyorum.
Peki sen nasıl hayata alıştın, ne yapıyorsun yaşayabilmek için?

Eskileri Unutamamak

Çok sevdiğim kalemi de kuvvetli olan bir arkadaşımıza yazı yazması için önce ricada sonra baskıda bulundum.
Fazlaca güzel ve tatlı bir yazıydı.
Yazının bir yerinde şöyle  bir cümle vardı, yorgunluğunu anlatan.
''Bence yazı yazmak önüne bakanların işi, bense hep arkama bakıyorum.''
Sordum kendi kendime.
Sahi, öyle mi ben daima öne bakanlardan mıyım?
Fark ettim ki, aslında ben sadece bakacak bir yer arıyorum.
Geçmişe baksam pişman,
Geleceğe baksam umutlu ama biraz da karanlık.
Sahi, ne demek bu önüne bakmak?
Kendime bir soru sorduğum zaman daima sual, suali açıyor.
Güzel günler yaşadığıma inansam da bir saat dahi geriye gitmek istemiyorum.
Sırtımda iki tekerlekli bir kağnıyı çekiyorum çünkü ben ağır, aksak.
Zaman benim için hiç geçmek bilmedi. 
Daha güzeli olacağını umut ettim.
Güzel olana şükrettim.
Kötü olana isyan da ettim, kuvvetli bir gaflet anında.
Ama devam ettim.
Çünkü biliyorum  kötü anılara gözün kapalı bakmanın tuhaf bir tarafı var.
Acılar tez siliniyor anı defterinden ama güzel olanlar sürekli akmaya devam ediyor.
Kötü şeyler çok çabuk unutuluyor;sen sonra geçmişe bakıp üzüldüğün anda kahkaha atıyorsun ya
o da Allah'ın bir lütfü aslında.
Farkında değilsin ölümün acısı bile zamanın kollarına kayboluyor.
Belki bitmiyor.
Belki bazı zamanlar aklına gelip yürek yakıyor.
Eksikliği sızlatıyor ama şimdiki aklımla bile bir an geriye gitmek istemem.
Eğer yeterince yaralanmamış bir kalbim ve cesaretim olsaydı belki.
Bence geriye bakmak cesaret işi ben sadece şu ana bakabiliyorum.

4 Mayıs 2017 Perşembe

Nerelisin

Kendi aile büyüklerimden hiçbir zaman görmediğim bir mesele, insan hangi sebepten nerelisin diye sorulduğunda, aslen nereli olduğu dışında her şeyi söyleyebilir..

Doğma, büyüme buralıyım.
Eşim şuralı.
Biz şuradan göç etmişiz.
Sadece annesinin memleketini söyleyenler.

Bunlar sorulan soruların cevabı değil.

Yozgatlının, Ankaralıyım demesi insanları inandırmıyor, şiveden anlaşılır. 
Yarın arabaşı çorbası yapacaksın anlaşılır.
Tipinden anlaşılır.
Kültür olarak anlaşılıyor.
İstesen de istemesen de bir kültürün içinde yetişmiş oluyorsun. 
Bir aylık bir imzanın verdiği gururla sonra başka bir yerin insanı oluyorsun.
Bunu da en çok Karadeniz gelinleri yapıyor aslında.

Sonra insan gayri ihtiyari soruyor, karalahana çorbası.
Kem küm..
Karalahana sarması
Zeytinyağlı mı diyen duydum.
Balığı biz beyaz unla kızartırız.(hele hele)

Hayır zorlama söyle, söyle de  anlayalım.
İnsan kendi yaşadığı memleketlisi olduğu şehir de bile ''aslını inkar'' için bu denli uğraşırsa, 
yetiştireceğin çocuk, dünyaya bırakacağın genotip inkar usülünü kaldırmaza.

Kavram kargaşalarına, uzatmalara, sıkılmalara lüzum yok.
Bastıra bastıra ben şuralıyım diyeceksin.
Memleketinin insanları yeterince iyi değil mi?
Emin ol bulunduğun yerinde değil.
Herhangi bir ilin tüm insanlarının da değil.

Son olarak ''aslını inkar eden bizden değildir.'' diyen Hz. Ali
bu sözünde ırkçılıktan bahsetmese bile neseb icabı bir şeyleri inkar etmek hoş olmuyor.
Aslında babanı inkar etmek gibi bir şey ve tabi annenin nereli olduğu da önemli babanın seni tek başına oluşturabileceği bir gen yapısı da yok. Annen sadece seni taşımıyor ondan da gelen çeşitli özelliklerin var, olmaya da mecbur.

Nereli olduğun kimseyi ilgilendirmez fakat.
Böyle kuvvetli inkarlar şahsiyetten büyük şeyler götürür.






3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sinek Kuşları

Her türlü kuşu dayanılmaz derece de korktucu bulmama karşın, sinek kuşlarını mucizevi bir şey gibi görüyorum.
Neden mi?
Hemen açıklayayım.
Sinek kuşları yaklaşık serçe parmağı boyunda, uzun ince gagalı ve hepçil olmayan nadir kuşlardan.
Çok hızlı uçabiliyor öyle ki uçarken kanatları görünmüyor.
Bu kadariyla da kalsa yine iyi kanatlarını ters yönde çırpabiliyor. Helikopter gibi dikey hareket edebiliyor fakat bunlar mucizevi bir şey gibi görmemin sebebi değil.
Bir kartal gibi, akbaba, baykuş, agaçkakan gibi popüler değil.
Güvercin hele bizim en iyi bildiğimiz.
Öyle bir kuş türü ki bu kimseye zarar vermeden, çiçeğin özünü bile tadadıyor.
Baksanız öyle büyük, yiğitçe yetenekleri de yok.
Bir zafer simgesi, ölüm hatırlatıcısı da değil.
Kendi halinde öyle narin narin uçarken.
İnsanoğlunun pek haberi yok ki bu iyi bir şey.
Dünya da bir bitkiye bile zarar vermeden yaşamanın bir yolu olduğunu gösteriyor.
O yüzden sinek kuşu benim için muazzam bir hatırlatıcı.
Bırakın şahini, kartalı,  güvercini bir sinek kuşu hassasiyetinde yaşamak istiyorum ben.

Yazının Sakinleştirici Etkisi

Cinnet geçirmeye ramak kala bir şeyler yazmaya başladım ve hakikaten gördüm ki yazının böyle kuvvetli bir etkisi varmış.

Pek çok sebebi olmakla birlikte belki de en önemlisi kendi düşünce, fikir dünyanı keşfetmek. Önceleri farkında olsanız dahi yazarken derinlemesine düşünmek zorunda kalıyorsunuz. Ardından gündelik hayatın o bitip tükenmek bilmeyen eleminden tatlı tatlı sıyrılıyorsunuz.

Televizyon, filmler, oyunlar her birisi daha çok sinir stres yaratıyor.

Televizyonda hep birbirine benzeyen programlar.
Oyunda sürekli öl, diril,  küfür duy derdi.

Ha sohbet, muhabbet kısmını tenzih ediyorum. Dedikodudan, kinden, kendini övme hevesliyle yerle yeksan olmayan kaldıysa üç, beş kişi o da muhakkak sakinleştirir.

Toprakla uğraşta öyle bir şey ama cidden yazarken insan bambaşka bir derde sahip oluyor.
Bir başka düşünüyorsun. Neyi, nasıl anlatsam diye düşünmenin yüreğe su serpen de bir tarafı var.

Okumak da lazım bir taraftan birisi tuğla bir diğeri harç vazifesi görüyor. Ayrı ayrı sağlam bir duvar inşaa etmek pek de mümkün değil.

Sıra sıra kelime dizerken hemen sonrakinin kaygısı başlıyor hemen, böyle bi zincilerme rahatlık vaadediyor.

Tabi her şeye de çare midir? Zannetmiyorum. Mesela yan daireden gelen televizyon sesi asla bir ninni değil.
Belki de yazının sonlarına gelmemden ötürü duyuyorum, bilinmez.
Yazmada ısrarcılığı tavsiye ediyor.
Esenlikler diliyorum...






Kadınları Öven Bir Grup Azınlık

Bir grup azınlık dikkate değer bir serzeniş içinde.
Biri fırsat verse anında kadınları övecek.

Bu bahsettiğim azınlık kadınlar değil pek tabi...
Hemen ne yapsak yaranamıyoruz, Allah bizi 'fakr-u zaruret içinde harap ve bitap' düşürüp canımızı alsa da kadınlara bulaşmadan,ölüp kurtulsak demeyin.


Hakikaten, kim sizden bir övgü, bir iltifat bekledi?
İşimiz, gücümüz olsa olsa denklik olabilir.
Yapılması gereken filozofik ve katma değer katacağına inanılan edebi çıkışlar değil.


Şöyle bir haksızlık anında; kas gücü bakımından fakir yaradılışlı kadının karşısında ki o ehl-i namus olmayan adama, Dur! diyebilmek.
Mezalime, baş kaldırmak. Yok yapamıyorsanız.
Çok sevdiğim bir hocamın derste sürekli söylediği gibi.
'Konuşturtup durmayın.'

Domates

Nazım Hikmet'in bir şiirini var, belki de zamanın nasıl geçtiğini en güzel anlatan şiirdir.

Ben İçeri Düştüğümden Beri
.
.
.
''Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
Ben içeri düştüğüm sene.
Sonra vesikaya bindi.
Bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet.
Yumruk kadar simsiyah bir tayın için,
Şimdi serbestledi yine,
Fakat esmer ve tatsız.''

Şimdi bu günlere uyarlasak böyle bir şiir mesela..

Kıpkırmızıydı, tatlıydı domates.
Ben çocukken,
Sonra enflasyona bindi.
Bizim burada. iç anadoluda , birbirini itip, kaktı millet,
Turuncu, tatsız üç lira bir domates için.
Yakında serbestler yine,
Fakat domateslikten bihaber ve tatsız .


Biraz edebi bir çıkış yapmak istedim bağırış, çağırış. gürültü, isyandan anlamayanlar için...

Çok da Mel'un Şeymiş Canım Şu Sanayi Devrimi

Sizi 21. yüzyılın garip pop akımlarından, gün geçtikçe değişen moda taraftarlarından ve bitip tükenmeyen evlilik programlarından çekip çıkarmak niyetindeyim bugün...

Olay Avrupa semalarında 18 ile 19. yüzyıllar arası geçiyor. Oradan Kuzey Amerika ve Japonya'ya sıçrayış. Ardından bütün dünyayı kapsayan bir yayılış var.

16. yüzyıl bütün dünya için nüfusun adetA patladığı bir tarih.
Özellikle Avrupa dolayları için tabii. Nüfusun artması ilk olarak köy nüfusuna etki edeceği için (Miras yoluyla daha az toprak sahibi olup, geçinememek hasebiyle gerçekleşiyor ,ayrıca tarımda da çeşitli yenilikler mevcut olup insan gücüne pek lüzum yok. Köylerden kentlere göçler başlamış, başlamış ama köylünün kentte yapabileceği iş olanağı da pek mevcut değil, etraf bir grup sanayi devrimini kaldırabilecek iş gücüyle dolup, taşıyor.

Etrafta daha önceleri çay, şeker bulamayan orta sınıf da artık çay ve şekere erişebilir vaziyette fakat yeterli üretim yok.Bunun önemli bir sebebi de bugün insan hakları diye diye milletleri komplekse sokan zamanın ''yağmacı'' Avrupalıları her türlü zulüm ile memleketlerini kalkındırmış olmaları.

Kafamızı çevirip Dünya haritasında güney-doğu dolaylarında bulunan Hindistan'a(O zamanın Babür İmparatorluğu) bakıyoruz. Oldukça bereketli topraklara sahip bir millet o gün Fransızların himayesinde. Oldukça büyük filozofları olan bu millet henüz kadınları kocalarının ölümü ardından (kocalarıyla aynı tabutta) yakabilecek kadar vahşiler.
Vahşi mahşi ben dinlemem o topraklar bana lazım diyen İngilizler, Fransızları yeniyor ve imparatorluğun hazinesine el koyuyor. Artık maddi durumu da oldukça düzelten İngilizler çeşitli ham maddeleri de memleketlerine getirmek de bir elzem görmüyorlar.

Para var, kaynak var dene-yanıl, uğraş-bul taktikleri ile çeşitli hammaddeleri işlemeyi öğreniyorlar.
Sonra bakıyorlar ki ulaşım kaynakları yetersiz olmadı. Bu kez sömürge devletlere işlenmiş, sömürgelerine satmışlardır.

Orta sınıf zenginleşti mi? Pek ala.
Zenginleşmiş orta sınıf ve ilelebet zengin kalacak sınıfın pek bi derdi kaldı mı? Yok gibi görünüyor.
Artık bu zenginlikle sanat ve teknoloji gelişe bilmişler.

O vakitler Osmanlıya bakıyoruz alelacele.
Sancak kaldırılmış.(Şimdi sancağın kıymetini anlayacağız)
Eğitimin bozulması, yeniçeri ocağının kuvvetlenmesi, tımar sisteminin bozulması gibi kötü etkenler var.
Valide sultanlar da ülke yönetiyor.
Taa o günlerden bu günlere boynumuzu dikleştirip, zenginleşememe nedenimiz hakkında bir şeyler yazmak istedim.
Öyle bir devrimdi ki bizi de yıktı geçti.
Ve devam ediyor, biraz daha yumuşak şekillerde olması hasebiyle tabi kii...
Sonuç olarak, çok da mel'un şey şu sanayi devrimi...





Bir Nesle Böyle Kıyıp Geçtiler


Sadece aşık olmak için doğmuş gibi olanlar.
Biri kahrını çeksin diye doğmuş olanlar.
Binlerce kıyafetten başka bir şeyi olmayanlar.
Oturdular bir masaya sonra...

Biri bir yerlerde öğretmen oldu, bir hayat amacı, inancı da yoktu.
Kendi de sahip değil bir hedefe, atmak istemedi hiçbir zaman bir imza  kendinden sonrakilere.

Bir diğeri adaleti evinde görmeden bir hakim oldu.
Babası bir ekmeği bile adaletle bölemedi diye,  o da zulmedenlerden oldu.

Biri mühendisliği seçti , dört işlemin bile üstünden öyle böyle geçti.
Bilmeden Ali'ye Ayşe'ye Zeynep'e de kıydı geçti.

Bir tanesi sadece anne olmak istedi, 
Ben en çok anne olmayı sevdim, dedi.
Onu bile beceremedi.

Kimisinin elinde sadece yoksulluğu vardı.
Bazılarının sadece namussuzluğu.

Var oldular yaradılışa hakaret ederek,
Sonra bir sela ile gittiler müslüman gözükerek,

Geriye kaldı bir avuç ziyan .
Bir nesle böyle kıyıp geçtiler.
Kendilerinden de geçtiler.
Kalanları sefalete teslim edip geçtiler.

2 Mayıs 2017 Salı

Her Şeyin Zamanına

Her şeyin bir zamanı var.
Yaprak dökme zamanı eylüle kaldı.
Göç etmek mesela kuşlar çoktan gitti, geldi.
Fakat seni sevmek dört mevsimin dördünde de güzeldir.
Belki dördünde de buruk.
Belki kışları daha zordur.
Belki bahar onca güzelliği ile yine sönüktür ama seni sevmek dört mevsimin dördünde de güzeldir.
Ve dört bin sene geçse de,
yine 
yeni
bir hüzün bağışlar mevsimlere.

Bir Saman Alevi

Bir saman alevi gibi geçip giden ömür. Kimsenin çokça beklentisi yok ama umut denen mucizevi bir şeyler var, geceleri kızılötesi bir tonda aydınlatan.
Sen, senden olan şeyleri seviyorsun çok mu pembe? Peki laciverdin hangi tonu sağ çıkabilir bu haksız rekabetten.
Sen güneşli bir gün seviyorsun ve belki de ben çokça bulutlu bir geceyi, yağmuru ve korkutucu sisi.
Bir şeyler koyuyoruz üst üste bir savaştaymışçasına  binlerce kum torbaları gibi yığın yığın ve aslında düşünmüyoruz o çarpışma teorisini...

Rengarenk bir balkonun pis ve bakımsız bir sokağa bakması gibi geçiyor  günler.
Gün kelimesi ki astronomik ve fakat ne kadar edebi bir ifade.
 Ve ne yazık ki günler geçiyor saman alevi gibi...
Bazı günler için oldukça gerek mesela bir ölüm gecesi gibi...
Yahut çokça ağrılı, acılı bir gündüzde.
Sen geçmiyor sanıyorsun, hiddetleniyorsun belki.
Ama geçiyor, senden çok uzak bir güneşin pervasız kaprisi sebebiyle.
Gün elinde değil, acı elinde değil, hayat ışıklarla bezeli bir tiyatro sahnesi de değil.
Sen bunları düşünürken bile günler geçiyor saman alevi gibi.
Her bir saniye ömründen yavaş yavaş siliniyor.
Ve metafiziksel olarak zaman kavramı formülsüz, tasasız.
Bir çözüm beklemiyor bu kez biçare fanilerden.
Ama geçiyor bir şeyler saman alevi gibi.
Sen asla fark etmek niyetinde değilken.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Hayatın Çemberine Takılı Kalmak

Aslında çok acayip, bir insan dünyaya gelir gelmez bu hisle yaşamıyor. Bir yerden sonra hedeflerin büyüklüğünden olsa gerek durup '' hedeflerime yaklaştım mı, bu dünyaya hangi sebepten geldim? sıradan bir hayattan benimkinin bir farkı var mı?'' diye düşünmeye başlıyor bazı acıların ve eksikliklerin ardından.

Biyologlar var olmanın amacının  DNA'nızın gelecek nesillere aktarmak olduğundan bahsediyor. Dinler, üstün insana erişebilmek olduğunu söylüyorlar. Çokça felsefi düşüncenin de başlangıç kaynağı bu sorudur aslında.

Kimimiz mutlu olmak ve anlık hazlar için yaşıyor. Bazıları dünyaya kendinden sonra izlenebilecek bir imza için yaşarken bazıları evlatlarının akıbeti için, kimisi cennette gidebilmek  yaşıyor ama pes etmeden yaşıyoruz buna devam etmek zorundayız.

Evrende ne kadar küçük olduğumuzun farkına vardığınız an eğer üzüntülü bir haldeysek üzüntümüz nedensizce azalıyor aksi durumda  bir hedefin peşinden koşarken dünyada çok ufak ve manasız olduğumuzu düşünürsek hiddetimiz artıyor.  Aslında algımızın hizasında yaşadığımız durumlar bakış açımız gün ve gün anbean değişiyor.

Pek çoğumuz hayatın çemberine takıldık. İstediğimiz işi yapamayarak, istediğimiz kişiyle evli olmayarak, Her geçen gün aynı şeyleri yapmaya mecbur kalarak. Hatta yaşamak münasebetiyle yemek, içmek, uyumak, dinlenmek, çalışmak zorundayız. Dolayısıyla şunu fark ettirmek istiyorum; yeni  bir durum değil bu doğar doğmaz bir şeyi yapmak zorunda olarak dünyaya geliyoruz.
Aslında hayatın çemberine en başında takılmıştık. Yaşamanın en temel gerekleri bile doğar doğmaz sırtımıza bir küfe gibi yüklendi ve her sene artarak devam etti. Farkında değildin öylesine yaşayıp giderken. Bir anda aydınlandın, sorguladın ardından kızdın öfkelendin ve değiştirmek istedin.

Değiştirebilir misin her gün devam eden bu döngüyü? Elbette fakat her değişimin bir fark edişle başladığını unutmamalıyız.
Kendinize küçük iyilikler yapmayı unutmayınız.
Var olmayı anlamlandırabilmek için, dayanabilmek için...
Pek tabi cebimizde bir takım umutlarla...

Bol Şanslar...

Başarılı İnsanların Ortak Özellikleri

Başarılı eğitim hayatı ve çalışma hayatı olan insanları inceleyip başarılı  olan insanların ortak özellikleri nelerdir diye düşündüm, inceledim, bulduğum anda çeşitli sordum. Özetleyecek olursak, fark ettiğim detaylar şunlarıdır:


Bitip tükenmeyen bir istikrar;
Kaldığımız yerden her birimiz devam etmek zorundayız ama başarılı insanlar, başarısızlıklardan fazlaca etkilenmiyorlar yahut etkilenseler bile gündeminlerinden bunu çıkarabilme yetenekleri oldukça yüksek.
Onlarda başarısız oluyor, onlarda tükenme noktasına geliyor ama sonuç odaklı oldukları için yaptıkları hatayı değerlendirip yola daha sakin ve sonuç odaklı devam ediyorlar.  Bu davranışı başarılı olmak için yaptıkları bir şey olmadığını ve karakterlerinin yapı taşlarından birinin bu olduğunu düşünüyorum. Başarısızlığın ağırlığını fazla hissettikleri anda anında bir plan yapıp şu şekilde hareket ederek hatamı telafi edebilirim diye düşünüyorlar ve yas tutmayı bırakıp doğru olanı yapmaya hızlıca adapte oluyorlar.



Kendilerini iyi tanıyorlar;
Sakinleşmek için ne yapabilirim, neye katlanamıyorum, kendime nasıl bir iyilik yapabilirim, hangi insanlar bana iyi gelmiyor gibi şeylerden eminler.


Karşılarında duran engellere boyun eğmiyorlar;
Başkaları nasıl çözmüş sorunları  dinliyorlar, kendilerine yeni yollar geliştiriyorlar aynı zamanda bu geliştirmeyi sürat ile yapıyorlar.


Genellikle Pozitif İnsanlar;
Bu da bir şeye başlamak için yeterli enerjiyi sağlamaya yetiyor.


Sabrın sonu selamettir, sözünü deneyimledikleri için fazla korkulu değiller;
Tabi başarının tadını almış olmakta kamçılayıcı bir etkendir.


Kilit nokta karalık bir hırs değil asil bir azim;
Hırs, kıskançlık gibi duyguların insanları kısa vadede başarıya ulaştırsa da yenilenmesi ve taşınabilmesi ağır bir duygu olduğu için bir yerden sonra temiz bir niyete asla galip gelemiyor.

Neden başladıklarını unutmuyorlar;
Bu da tükendikleri anlarda destekleyici bir etken oluyor.

Son olarak ve belki de en önemlisi yaptıkları şeyi seviyorlar;
Aslında iş gibi değil hoş bir hobi gibi algılayarak sonuçlara fazla odaklanmayıp, yeni bir şeyler keşfedebilmelerine olanak sağlıyor...


Başarılar...



Yeni Başlayanlar İçin Karşılaştırmalı Romantizm

Onlarca dizinin romantizmi bir zorunlu bir güzellik olarak işlemesi sonucunda  genç kızlarımız üzerinde bir baskı oluştu , "Ben daha romantikliğini yaşamak zorundayım ve  gerekli her şarta sahibim".

Hakikaten öyle miyiz? Bir yarış içinde herkes, birisi daha sözünü bitirmeden daha güzel bir şey anlatmak istiyor. Aslında kadınlar arasında üzücü olaylar içinde bu durum yaşanıyor fakat acılar paylaştıkça azalır ilkesi bunu haklı gösterebilir. Bir diğer taraftan romantizmin paylaştıkça artan bir şey olmadığı da aşikar.

Her kadının kendini oldukça özel hissetmek istediği artık toplumca kabul edilmiş bir gerçek ama başka bir insanın iyi ya da kötü bir hareketi kişinin ne kadar özel olduğu konusunda bir ölçüt değil. Bir kanıta ihtiyaç duymak gibi düşünülebilir ama şunu da bilmek lazım her ilişki aslında bir parmak izi gibidir. Kendine has, başka bir parmak izine benzemeyen. Yani istatistiğin girişinde ki temel sorular gibi 9 mandaldan herhangi ikisi seçiliyor. O ikisi artık şeklen, mesleki, kültürel, sosyoekonomik ve dahi kişilik olarak ne kadar uygun olursa olsun  o özel bir ikilinin  bir daha tekrarlama olasılığı yok denecek kadar az.

Şimdi oluşturduğumuz ikili de çok güzel taraflar olabilir tabi ki eksiklikler de var olacak. Nasıl ki muhteşem bir insan yoktur, muhteşem olmayan iki insanın muhteşem bir ilişki yürütmesi de mümkün değildir daima bir eksiklik haiz olacak. Bunun romantizmle ne alakası var, diyebilirsiniz. Şöyle ki romantik davranışlar da karakterin duygu ve düşüncesi ile alakalı bir olay.Örneğin, kimileri için yüzlerce balon romantik bir şeyken kimisi için tamamen çocukluktur. Hakikaten böyle bir şey için yanıp tutuşuyor olsaydık böyle bir adamı ya da kadını tercih etmemiz gerekmez miydi?

Şimdilerde romantizm bile bir başkasından öğreniliyor olması, zaten olayı hafifleten bir durum. Bir diziden, filmden ilham alınarak yapılması biraz da bizim çeşitli duyguları yaşayamayıp, yaşatamadığımızın bir nişanı mahiyetinde. Oysa ki basit, hoş, gönülden gelen her şey daima ışıklarla bezenmiş, binlerce defa çalışılmış bir sahneden çok daha duygulu, içtendir.Bir şeyler yapmaya çalışıp karşıdakine de öğretirsiniz o da size pek çok şey öğretir tabi kendi içinde yeni, başka birinin iletişimine benzeyemeyen bir şekilde.

Kimsede olamayan tasarım bir çantanın, ayakkabının, bir elbisenin dahi hoşumuza bu kadar gittiği bir dönem içinde böyle basit şeylerin farkına varmamız ne kadar hüzünlü ve hazin değil mi?

Saygılar...