Saadetli parlak bir ışık yolu üzerindesin,
Ve dahi imkan yok sana kaybolmak üzerine.
Mutlu mutlu uyanıyorsun kırmızılı mavili gök yüzüne karşı,
Bitmeyecek diye umuyorsun,bitiyor ama bu yol inişte.
Dert, keder sana bir milyon ışık yılı uzak.
Ve uzaklık kavramı aslında o kadar fiziki bir terim değilken,
Esrarengiz bir olay gibi düşüyorsun üstüne.
Bir korkaklık yok üstünde henüz,
Aslandan kaçan bir ceylan yavrusu değilken,
Çokça şikayetçilik alınyazısı gibi vuruyor tam kaşının arasındaki çizgilere,
Bir gece ansızın olmuyor ama çok gece ki yaşananlar kanıt sunmuyor evdekilere,
Bir bağırış var kızgınlık tonundan uzak,
Bir sessizlik var geceyi ve sonraki her günü birbirinden ayıran,
Yine herhangi bir nisan günü,
Havasız kırmızı bir oda sanki ölüm üstüne dizilmiş,
İlle de her ölüm kandan mı olacak, olmuyor.
Baygınlıkla benzer bir mayışıklık.
Açık fakat görmeyen gözler,
Bir ambulans sesi kim ne zaman aradı bilinmiyor,
Bir sedye fakat asla beyaz değil.
Bir kadın iki adam hızlıca içirde,
Sonra bir an sessizlik dikkat çekiyor.
Ne oldu ne bitti bilmeden,
Yarın günlerden ne merak etmeyerek,
Sonraki gün uyanarak koşup gidiyorsun bir hastahane odasına,
Bir anda filmlerde duyduğun bir ses,
Birileri kolundan çekip götürüyor seni tuhaf bir ölüm oluyor gözünün önünde,
Bin yıllık mısır tanrıça heykeli gibi donuk,
Artık üzerinden su geçmeyen bir nehir yatağı gibi kupkuru,
Bir poster gibi duygusuz,
İlk defa acıdan ağlayamıyorsun.
Tuhaf bir ölüm oluyor on, on beş kişi için.
Hepsi bir nisan gecesi oluyor.
Yıldızsız bir gökyüzünde.
Bir kurbağa ve bir çekirge sesine hasret bir beldede.
Betonlara bakıyorsun.
Ay bile buluta sığınmış, hiddetinden kaçma tecellisiyle.
Bir nisan günü tuhaf bir ölüm oluyor.
On, on beş kişi için,
Yağmurlu bir ilkbahar gününde.
Ve fakat umuttan bir hayli uzak.
Sadece on , on beş kişi için.